Müzik ve Felsefe için...

İlgili konulara burada yer veriniz
Cevapla
mesutDEM
Mesajlar: 6
Kayıt: 12 Kas Çrş, 23:01

Müzik ve Felsefe için...

Mesaj gönderen mesutDEM »

Müzikeğitimcileri forumu için bir başlangıç:

Müzik´te mesleği “müzik dinlemek” olarak görüyorum.

Çünkü benim müzik mesleğim “müzik dinlemek”ten ibaret ( 35 yılı aşan bir zamanda “hergün gibisinden” zaman kesitlerinde “müzik ile yaşamış” olmak.

Eskiden pek tercih etmesem de, buna artık “müziği yaşamak” diyebiliyorum. Ki, iddialı ifadesiyle, “müziği yaşamış olmak” deyişi de aynı anlamdadır.

Böyle bir başlangıç olarak, yazılış tarihini tam olarak hatırlayamadığım –kayıt mekânında orijinal tarihini görmek mümkün değil- ve fakat tahminen enaz 9-10 yıl öncesinden şu “forum makalemi” buraya da aktarıyorum.

( İnternet forumlarını “yazmak” için daima bilhassa tercih ettim ).
.......................

“Felsefî düşünce´nin realiteyi ele alış tarzları” konusunda ortada esaslı bir hata ve belki de bir anlayış eksikliği bulunuyor. Bu, müziğin ideal / gerçek çatışmalarını anlayabilme mesaiinde de aynen geçerli olan bir husus:

İnsanlar gerçeğin kolay anlaşılabileceğini sanıyor. Fakat hiç öyle değil. İşin aslı, filozofun bir dedektiften farksız oluşudur. Çünkü "gerçek" asla açık vermez veya açık vermemek için seferber edebileceği kozmik imkanlarla donanımlıdır. Yani, filozof, aslında heran, milyonlarca taraftarı, holding ağası başkanları, bakan düzeyinde siyasî / idarî desteği olan bir futbol kulübünün rüşvet verip şike yaptırdığını iddia eden sıradan / güçsüz birinden farksız durumdadır. Yani, o adam sadece ömrünün TV´deki bir-iki saatinde bu haldeyken, filozof, ömrünün her anında böyledir.

Filozofun gerçeği ortaya sermede patavatsızlığa varan cesareti, koca koca gerçeklerin traji komik küçük düğümler / kanallar üzerinden realize olmuş olmalarından destek alır. Yani, normalde realiteyi iyi tanımayan (felsefî bakmayı başaramamış) biri, realitenin biçim olarak sergilediği devasa gerçekliğin altının aklın almayacağı düzeyde boş olduğuna ( veya olabileceği ihtimaline ) elbette göremez. Sıradan insanlar, ya hayatın arzu ettiği bir saflık halinde imal edilirler, ya da "uyum (orientasyon)" amacıyla bu rolü oynarlar.
Bu temel tesbitler müzik konusuna uyarlanırsa müzik hakkındaki düşüncenin de felsefî bir anlam ve planı ancak o zaman mümkün olabilir.

Ben müzik konusunda tersinden başlamak istedim: Dünyadan...

Bence müzik, müziğe ve onun kaynaklarına sahip çıkma medeniyetini göstermiş diyarlarda "zirvelerini" çok açık bir şekilde inşa etmiştir. Öyle ki, müziğin ulaşmış olduğu noktaları, insanın, üzerinde aktif halde yoğunlaştığı mesai alanlarının hiçbiriyle kıyaslanamayacak / çok daha üst bir konumda görüyorum ( İnsan kültürü içinde çıtanın böylesine yükselmeyi başardığı başka bir alan daha olduğunu düşünemiyorum ).

Özellikle müzikte 0 (sıfırdan) başlama bahtsızlığındaki herkesin bunu çok iyi anlaması gerekiyor...

Bugün hernekadar "sinema müziği" olarak bilinen ve akademik planda "taraftar olanlar" ve "karşıtlar" şeklinde bölünme meydana getirdiğini zorlanmadan tahmin edebildiğim bir alana şahsen daha fazla ilgi duysam da bu konuda arayış halinde olanların müziğin Ruh / Teknik sentezi ve uyarlamaları bakımından Avrupa´da muhtemelen ihtilalin hemen öncesinden 1945´e kadar olan bir dönemde yetişmiş yüksek müzik insanlarının yanına bile yaklaşamayacağının elbette farkındayım. Çünkü sinema müziğini daha esaslı dinlemeye –naçzaine- klasik müzik dinleme yıllarımdan sonra başladım (!).

Müziğin batıda ulaştığı zirve açısından burada tipik bir örnekleme yapmak istedim: Peter Ilyiç Tvhaikovsky - 6 No´lu Pathetic Senfoni.

Bu eser, benim 80´lerin sonundaki 20 yaş dönemimde takıntılı şekilde dinlediğim eserlerden biriydi. Çünkü bana o dört bölümü ile "insan"ın hayat macerası ve bu macera içinde tabi oldukları karşısında ortaya serdiği ve aslında son derece de klasik olan insanlığını anlatıyordu (garip bir şekilde ağır felsefe kitaplarını okuduğum zamanlarım da yine o yıllardır).

Bölümleri (acizane) filozof gözüyle bir de benden dinleyin:

1 - İlk bölüm aslında iki alt bölümden oluşuyordu:
a- Doğum ve ilk belirginleşme. Doğum zor bir belirginleşmedir. Bu geçici çile geleceğin habercisidir (1. adagio).
b- Eserin asıl başlangıcı olarak gördüğüm tipik bir Tchaikovsky patlamasında insan ilk olarak tepkisini verir (Allegro non troppo). Çevreleyici gerçek karşısında insanın yumruğunu indirebilme arzusunun ilk dile gelişi.

2- İkinci bölümde, sanki, insanın aleyhine kör bir barış yapılmıştır. Büyük müzik adamı bu bölümde aslında kimilerinin "mutluluk" dediği şeyin hayat sahnesindeki yapaylık ve hatta sahteliğini anlatmıştır. Burada saçma bir rahatlık vardır. Yani, kimi şeytanlar mutluluğu sahiplenirken, kimi şapşallar da onlarla birlikte mutluluk dansı yapmaktadır (ki, bu şapşallık bana aynı zamanda Dostoyevsk´nin romanında “dişil / toplumcu gerçeklik” karşında "budala" yerine konan "insan"ı çağrıştırır).

3- Üçüncü bölümde eser batı müziğinde "marş" olarak bilinen ifadenin en olgun halini almıştır. Aslında bölüm doğrudan marş şeklinde de başlamaz (Allegro molto vivace). Fakat besteci, neyin nereden / nasıl başladığını ve olup bitenin hangi aşamasında neyin nereye varacağını çok iyi bildiğinden bölümü hayatın gevezeliklerinden alıp, asıl tema olan "savaş" a ustaca taşımıştır.
Bölümde katlanılan ilk dakikalarda ensemble´lar arasındaki gezinmeler ardından cepheler olgunlaşır ve eser "insan´ın sesi"ne ulaşır.

Öylesine mükemmeldir ki, sinema müzikleri için özel olarak kurgulanmış fanfarlar bununla kıyaslanamaz.
Hatta aksine, bölüm yaylı ağırlıklıdır. Fanfar desteği, daha ziyade solo enstrumanların desteği şeklinde gelmiştir. Yani, marş, zirvesinde dahî ağır bakır nefesli gruplarıyla şişirilmemiştir. "İnsan´ın sesi" de bu değil midir zaten? ( Ya ben sinema studio orkestralarındaki "jazz big band´leri"nden gelme izlenimi veren brass yüküne fazla alıştım, ya da Tchaikovsky bu eserin tamamında sanki trompeti solo olarak özellikle öne çıkarmış).

4- Dördüncü bölüm, terkedilmiş bataklıkta kaçınılmaz yenilginin anlatımıdır (Adagio lamentoso).

Bahis konusu olan gerçek, "ölüm" değil, "yenilgi"dir.

Hatta "insan, " bileklerine zincir vurulmuş haliyle dahî son bir seslenişini gerçekleştirmekten geri kalmaz.
Eser tırmanır ve "ses"i ortaya koyar.

Bu, "kabullenmiyorum"un sesidir.
“İçine attığın bu belaya rağmen kabullenmiyorum”.
Her doğuşumda / her yükselişimde bir kez daha çıkacağım.
Yeniden dirileceğim. Ve her dirilişimde ben "yılmaz savaşçı" olarak burada olacağım...
Marşta dahî kullanılmamış ağırlıkta bir fanfar ardından gong, ölüm haberini bekleyenlere bu haberi verir.
Acı´yı yaylılar devralır ve en inceden en kalına kadar esinti, matemi anlatır.
İnsan, kimbilir, hangi diyarın hangi devrinde yeniden doğup aynı aşağılık acıları / gerçeği yaşayıncaya kadar bir kez daha ölmüştür (yenik bir halde)...

Bu eser, müziğin insan sanatının bir parçası olmanın ötesinde, düpedüz, sanatın kendisi olduğunu anlatır.

Diğer taraftan, sanatın insan´dan bağımsız olarak ele alınamayacak kadar da insan´ın eseri olduğunu...

Tchaikovsky, başta bale suitleri ve konçertoları olmak üzere, batının son yarım asır blujeanli aleminde dahî iyi bilinen biridir. Fakat nacizane kanaatim, işte bu eser, hem Tchaikovsky´nin “İnsan Kültürü” açısından taşıdığı yer ve önem, hem de batı müziğinin karakter ve seviyesi açısından gençlik bilincimde en önemli misal olmuştur.
.................

Müziğin yüksek insanı Peter Ilyc Tchaikovsky, herşeyi anlatmıştır.

Onun müziğe kazandırmayı başardığı muazzam zirve...

1945 sonrası simalarının, ona damga vurmaya kalkan çapul marifetlerinin hiçbiri ne onun şahsiyetini, ne de müziğin onunla ulaşmayı başardığı bu zirveyi kirletebilir...

Hatta, Jack Lemond´ün (yanlış hatırlamıyorsam) başrolünde olduğu bir film hatırlıyorum. O tipik propaganda filminde Lemond, -savaş sonrasına- “uyumsuz ihtiyar” rolünde idi.
Yaşlılığına, “beyinsiz bir hayat ailesinin büyük babası” halinde katlanmak durumunda kalmak. Acı veren bu tabloda, propaganda filmi “klasik müziği” alaya alacak ya, ihtiyarın yalnız kaldığı anlarından birinde onun bu eserin “marşını” dinlediği bir sekansı çok net hatırlıyorum.

( Bugünden / 12 Şubat 2015 not: Ülkede omzu kalabalık darbeleri ardından “sol” bir tabloda “idealizm düşmanlığı”nı zirveye taşımış iğrenç yıllar boyunca “Platonik Derinliği / Yüksek Hissiyatı” olan “hakiki müzik” inşa edebilmekten mahrum birileri, şimdilerde bizim bu Eskişehir Büyük Köyümüzde dahî, piyano başına bazen çifter çifter oturup, konsolda parmak koşturuyorlar. Ve sanat mahrumu cambazlıklar, saf bir “marifet” silsilesi halinde -etnik bir diktanın- bir garip "rejim tatmini" olarak sırıtıyor.

Filozof, zamanın karakterini okuyan ve bundan geleceği gören insandır... Naçizane bendenizin 80´lerin başlarından itibaren görüp ifade etmeye gayret ettiğim gelecek işte “bugün”dür.)
.........................

Yıllar sonra TV´de nasıl olduysa yayınlanmış ve çok kaba hatlarıyla senfonik orkestra ve orkestrasyon ile ilgili bir dokümanterde, işte bu eserin son bölümünden (adagio lamentoso) icra örnekleri verilmişti: 1. ve 2. kemanların karşılıklı veya ardı ardına katılmaları...

Diyarda canlı konser´e gitmemek konusunda ahdım olduğundan, canlı bir konsere hiç icap etmedim. (Bir yandan kahrolsun kapitalizm deyip diğer taraftan Avrupayı - Amerika´yı fellik fellik gezenlerden olmam da mümkün olamayacağından).

Bu yüzden Tchaikovsky´nin kurguda orkestra gruplarını kullanmadaki teknik gücünü böylesine "analitik" olarak elbette hiç anlayamamıştım.

Geçen gün yine Tchaikovsky´i düşünürken herzaman olduğu gibi ardından aklıma hemen Petersburg geldi. Nasıl olduysa o anda TV´yi açtım. Tesadüfen gördüm ki, Beşiktaş Belediyesinin davetlisi olarak Petersburg´dan bir orkestra gelmiş. Orkestrayı rezil bir tiyatro sahnesine oturtmuşlar. Üzüldüm. Müzikte olduğu kadar internette de dostum olan Ruslar´dan (!) yakın zamanda temin etmeyi başardığım 5 DVD´lik senfonik orkestra "audio sample" paketinin sitesinde geçen "160 milyon dolarlık konser salonu" ibaresi aklıma geldi. Sample´lar o salonda örneklenmişti. 16 bit idiler ( benim için bu bile mucize gibi. Fakat 70 Gb´lık 24bit pakete de ömrüm varsa birgün ulaşırım).

Bu durum, aynı zamanda müziğin batıdaki halleri için de geçerli. Yani, müziğin batıda da çıkmazlara sebep olduğunun farkındayım. Çünkü "çıta" o yüksek seviyelerindeki varlığını muhafaza ediyor. Batıda hayatın geldiği noktalarda standart / prosedürel akademik eğitim - öğrenim sürecinde nesillere kazandırılan şey, sadece, "çıtanın oradaki varlığını" onlara öğretebilmektir. Hiç olmazsa bu kadarını başarıyorlar.

Bence şu hayat manzarası içinden o çıtanın zorlanamayacağının onlar da pekala farkında (modernitenin toptan minimalizm avuntuları da buradan geliyor).

Fakat önemli olan, o "çıta" mirasın varlığı: Tchaikovsky, Beethoven, Wagner veya Chopin....

Yine de arayış / araştırmaya devam ediyorlar. Yani, her ne kadar hayatın böbürlendiği modern çokluk ortamında yeniden İspanyollaşmış bluejeanslerinin paçalarını "herkesin kendi sanatı / müziği vardır" sloganıyla sürttürüyolarsa da içten içe bir gayret halindeler. Yani, bir canlı performans konsolundan türeyip gelmiş intibaı veren bir sokak ya da ev miksajında dahî bu gizli antrenman devam ediyor.
Jazz´ın ham halleri ve ilkelliğini aynen muhafaza ettirip bundan sürüler (yani modernitenin o bildik makarnacı paganistleri) halinde övünç duyan Rock ve New Age oyunlarına itibar etmiyorum. Fakat Quincy Jones gibi müzik cambazlarına saygım olduğunu yine benden başka kimse bilmez. İlaveten, sinema müziği kompozitörlerini asla hafife almamak gerektiği kanaatimi koruyorum. Bir insanın onca yıl jazz gruplarında gitar çaldıktan sonra 26 yaşında piyanoya başlaması, ardından da "Predator" ve "Van Helsing" score´larını gerçekleştirmesi. Bu, müzik mucizesi değildir de nedir?

Evet, çünkü prosedüre bel bağlamıyorlar.

Platonik ihtiras ve ihtişam, şu hengamede bu derece alay konusu duruma düşürülmüşse de onlar onun el üstünde kalması için pekala çaba halindeler.
....................

(Müziğin yerel hali hakkındaki kanaatlerime ise buradan başlayabilirim).

Yerelde çıta yok. Meselenin aslı da bu...

Müzik ile ömrü boyunca hiç uğraşmamış birileri dahî aslında bunun pekala farkında. Bu, benim gibilerine büyük bir ümitsizlik verirken kim oldukları belli birilerine de ortada istedikleri gibi at koşturup cirit atma şansı veriyor. Çünkü, öyle ki, toplumcu / devletçi desteği olan futbol kulübünün koca gerçekliğinin üstünde durduğu küçük bilyeleri işaret edebilen itirafçının cesaretine sahip biri çıkıp "bu zırvaların müzik ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi yok" diyemiyor...

Benim yaşadığım şehirde (Eskişehir) de ve yine "kaynaklarından dolayı" asla kabullenmeyeceğim orkestralar kurdular.

Hiç kimse beni bunların "biz -hayat sayesinde- müziği de elinden alırız" demeye getiren salon vs.lerine sürükleyemez. Çünkü susuz barajlar sadece bilinen beton barajlardan ibaret değildir. İşte, kaynakları / kökleri itibarıyla "hakiki müzik insanı"ndan destek alması mümkün olmayan 3. dünya orkestraları da birer susuz barajdır...

İnsan varlık ve idealizmini dişil ve toplumcu bir engizisyon / 3. dünya katıksız materyalizmi altında kahroluşa terkettikten sonra boy boy "tahrik" posterleriyle reklamlanan bu şeylerin konserlerinin seyredilmesini beklemek...

Hayır. Benim mucizevi audio cd´im ve onu bana öyle mp3 olarak değil, geniş geniş döndüren eski cd player´ımı tercih ederim. Bir de şu mucizevi makinanın MIDI müzik mucizesi var tabi...

Çünkü ortada bir hırsızlık vardır. Ve bu, ruhsuzların "ruh hırsızlığı"dır (Demek ki, bunun ne kadar imkansız olduğunu görebilecek kadar bir ruhtan dahi mahrumlar. Ve bu yüzden boş salonlara çalıyorlar...).
Yalın bir teknik prosedür içinden müziğe ulaşılamaz.

Topyekün bir şekilde ortaya çıkmış "korkunç gerçeklik paketi"nin bir detayı olarak bunu da elbette anlayacaklar. Çünkü ortada ne müzik yapmalarına imkan veren bir insanlıkları, ne de onların o "teknik yönergeleri"nden ibaret içleri boş gayretlerini dinlemeye gidecek bir “insan” var...

Bu ifadeler çok kırıcı görünebilir. Fakat gerçeği anlatmaya devam etmeli:
Diyelim ki, ben, tek bir şahıs olarak, bu konuda genel gerçeği örneklemede yetersizim. Doğrudur. Çünkü benim şu forumda her seslenişim de aslında buna dönük.

Tuhafıma giden şu: Eskiden (muhtemelen 80´lerin ortaları / sonları) sorular kasıt ve tahriklerle doluydu. Yani, soruları soranlar aslında cevaplarından pekala haberdardı. Fakat bugün bakıyorum, o zamanlar bu soruları soranların bu günkü halefleri bu soruları tuhaf kalan bir samimiyet içinden soruyorlar. Yani, anlıyorum ki, cevapları gerçekten bilmiyorlar.

Yaptığım iş, fikir hayatında kan davası düzeyinde bir kin gütmeye kalkmak elbette olmayacaktır / olmamalıdır. Fakat şu da bir gerçek ki, iradeler ve bu iradeler karşısında yükseltilmek zorunda kalınmış fikirlerin bir mazisi vardır. Ve ben, bu içtenlik karşısında çirkin bir kin / nefret çuvalı içinde kalmak istemiyorum.

"Hatırlamak".
Hatırlamasam böyle olmazdı...

Hatırlamasam gidip ben de onların görmemiş "seyirci"leri arasına katılabilirdim.
Fakat hayır. Ben (özellikle) müzikte, seyirci kalamam...

Bugün yerelde konser salonlarının boş kalmalarının (!) icracı kesim açısından sebebi, bu salonlar ve onların platformlarına konumlandırılan orkestraların çıkış noktalarının bunlara müsait olmamasıdır.
( Bugünün -12 Şubat 2015- notu: “Salonların boş kalması”ndan anlaşılması gereken asıl anlam, o konserlere giden şehir halkının “boş insanlar” olmalarıdır. Onlar, efendilerinin (!) kendilerini tatminlerini seyreden zavallılardır ).

Kimse "kahvehane muhabbeti / tartışması" olarak tabir etmeye kalkmasın fakat bu işin mazisini kısaca özetlemek / hatırlatmak zorundayım:

Konser salonlarının boş kalması altında, "yalın halk maddeciliği ile ideolojik maddeciliğin sinsi işbirliği" bulunmaktadır.

Halk maddeciliği, dişil aile kafasından taviz vermez ve vermemiştir. Bundan istifade eden ideolojik madddecilik ise, sözde demokrasinin sandıklarına güya "sağ" oylar vererek birkaç yılda bir günah çıkartaan çıldırtıcı halk maddeciliğinin sinsi desteğinden sonuna kadar istifade etmiştir (önce, bizim kız doktor çıkacak - bizim oğlan mühendis çıkacak materyalizmi, şimdi de, amcası bizim torun Amerika´ya piyanist gitti, "şef" olarak gelecek olayı...).

Yani, ideolojik maddecilik, adına "halk" denen hayat yığınını bu şekilde en zayıf yerinden yakalamayı başarmıştır. Bu sayede, darbe destekli oligarşide bir burjuva koltuğu kapmak peşindeki birileri, -anahtar konum olan- akademik köşeleri kapmayı başarmışlardır...

Burada İdeolojik maddeciliğin akademik yapıyı tamamen ele geçirmiş olmasının, müzikte yetersiz neseplerin imal edilmesini, halk maddeciliğinin galibiyetinin ise "müziğe ihtiyaç duymayan" hayat sürülerinin türemesini sağlamış olduğu çok açıktır...

Yani, ortadaki "sosyal” denen cinsten fiilî durum, tek taraflı da sanılmamalıdır.
Bu yapıyı bu şekilde kuranlar bunun böyle olacağını görememişler miydi?
Hayır bal gibi biliyorlardı.

Çünkü onlara karşılarında yıllarca ezildikleri “hakiki fikir adamı / hakiki sanat insanı ideali ve idealizmi”nin tasfiyesi ardından, 3. dünya baronluk mertebelerine zıplatılmaları yetiyordu.
Onlar, tıpkı tabiattaki yaratıklar gibi, -kendi nesillerine (kaba ifadesiyle “döllerine”) şef veya piyanistlik akademik sertifiklarını kazandıracaklardı.

Yaptılar da...

Bundan sonrasında salonların boş (!) kalmasının bir önemi elbette olamazdı. Çünkü salonların boş kalması maaşların ve sürü önündeki bu kaba prononun devam etmesine engel teşkil edemezdi. Tıpkı uçak inemeyen havaalanının mesailerine sadık memurları gibi. ..

Evet, onlar, adım gibi eminim, benim şehrime 15-20 yıl öncesinde "kendi" konservatuvarlarını kurup buralara sözde kabiliyet imtihanları üzerinden kendi döllerini (!) doluştururlarken de bunun (bugünün) böyle olacağını pekala biliyolardı...

Fakat onların sonraki nesilleri bu kadarını dahî göremiyor: Unutuş, hayatın önce mayasıdır, ardından gelen yıllarında ise kutsal helvası...

Bunun da ardından klonların "biz kimiz?" soruları...
(Bu, bana, "gerçek nedir?", "evren nedir?" bunlar karşısında "insan nedir?" sorularını hatırlatıyor. Unutulmamış olsaydı "felsefî" demek gereği olmayacaktı).

3. dünya çerçevesi içinden yıllar boyunca gördüğüm gerçek şu: Müzik için "hayatla birebir uyumlu" olan yedek parçalardan mutlak surette farklı olunması gerekiyor.

Herzaman dediğim gibi, hayatın izolasyon çerçevelerinde bir insanın çerçeve ötesi müzik kurgularına başvurmak zorunda kalışını kimse yadırgayamaz. Fakat bu, şahsî bir tutum olmaktan çok farklı olarak bürokratik-makro bir katmanda uygulanmaya kalkılır ve oyun oligarşik bir hikaye haline getirilir ise saçmalık asıl bu olur. Ki, diyarda -devlet eliyle- batı müziğinin birebir taklit edilmiş olması bunun tam bir tezahürüdür.

Sağduyu, diyarın yakın tarihi bakımından isim olarak zikredilen simaların müzik konusundaki faaliyetleri ve bunların sonuçlarındaki tuhaflığı net bir şekilde ortaya koymakta.

Yani, gerçek şu ki, ahlat ağacı altında insanın embriyonik / çok derinlerde bırakılmış ( biçim alması dahi mümkün olmamış) insanlığını bağlama´nın tellerinden avazlama gayreti, asla bu kadar köksüz değil. Fakat teknik bakımdan mesele şu ki, “bağlama orkestrası” kurmaya kalkmanın anlamı yok.

Çok açık: Çıkış aranıyor ( bunu kendi telaşeleri içinden yapıyorlar ).
Fakat nafile.

Felsefî yükselişi gerçekleştirmeyen (tam aksine, realitenin kozlarından istifade ederek cephe alıp “insan”ı tehdit olarak gören) bir hayat yapısının tabi ki müziği de olamaz.

Yani, hayatı kendi yolunda katıksızca götürüp, ona paralel halde prosedürel / formaliteden bir insanlık ve dolayısıyla medeniyet teşkil edilemez.

O konser salonlarının doluluğu artık bahis konusu değilse de, boşluk, hiç olmazsa "maskesiz gerçek"tir ( Dert edilmesi gereken, gerçeğin ortaya çıkması değil, maskelenmiş bir halde olmasıdır ).

Yazdıklarımı okuyanlar, "insan´ın “çevreleyici gerçek” karşısında sürekli zincirli tutulması sebebiyle insanlığın hiç yükselemediği bir bataklık" dediğimde hemen antipati / tepki haline geçiyor. Fakat gerçek bu...

Ne kadar da açık: Müzik yok burada. Ve hem de adeta hiç olmamışçasına bir yokluk...

İnsan sağ duyusu "böyle birşey nasıl olabilir?" diye soruyor. Fakat kim inkar edebilir, yok işte...
Gayet açıkça ortada değil mi, ithalat, yokluğu örtbas etmeye dönük olarak gerçekleştirilmiştir. Müzik ve diğerlerini var kılabilmek için değil. Böyle bir samimiyetsizlik temeli üstünde kim hangi samimiyet katlarını inşa edebilir.

Bir-iki Rus antropoloğun Altay Şaman Kültürü hakkında yazdıklarından ve birkaç satırdan ibaret şu alıntılar aklımdan geçiyor: "Yaratıcı kudret, gökteki kara buluttan gökkuşağı bir yılan halinde iner. Onun (şamanın) bedenine dolanır ve oradan da başına yönelip içini doldurur..."
İşte şu anda olmayan şey bu (Ruslar, burada sperm ve yumurtdan değil, başka birşeyden bahsedildiğini eminim ki, anlamışlar ve kaleme almışlardı).

Müzik ve diğer insan alanları için gerekli olan en temel şartı eski dünyanın toprağına gömerek batıya yönelmiş ve bu mezarcılık karakterini de hiçbir zaman kaybetmemiş devletli / toplumlu azılı hayat güruhu, bu muazzam kaynak ve onun eserinden işte böyle mahrum kalmıştır. Gökgürültüsünü sembolize eden "davul" batının klasik orkestrasında kesin bir yer kazanmışken diyarda "uyandırma servisi" olarak kalması tesadüf değil...

Aslında, bataklığın kıvamında insan kavrayışı ve onun klasiklerini yokedebilmek için de çok çabaladılar. Fakat hayat henüz bunu başarabilecek bir kademesine -bu yerelinde dahî- gelebilmiş değil. Bu şeyin aklı da yoketmeyi başarabilmesi yolunda, "müziksiz bırakabilmek" için gerekenden çok daha fazla çabalaması (kendi tabirleriyle “evrimleşmesi” gerekiyor).

Uzun bir yazı oldu fakat en kısası sanırım bu olabilirdi...
Cevapla